10 Haziran 2017 Cumartesi

Bu Dağların Rengi

Hayatta önemli olan en çok şeye sahip olmak değil; en az şeye ihtiyaç duymak demiş yazar. Sanki motosikletli yaşam tarzımızı özetlemiş adeta. Evet, belki de bisikletten sonra, motosiklet ile çıkılan serüvenler; en az eşya ile seyahat edilen, çevreye doğaya saygılı, gökyüzüyle barışık ve yollara en çok yakışan bir gezgin halidir. Ve bu minvalde, iki teker kültüründe yol arkadaşlığı ve dostluk her zaman ön plandadır. Beraber virajlara giren, toz toprak dağlarda gezen adamlar artık sıradan arkadaştan öte, kardeştirler. Bu duyguları uçakla seyahat eden, otobüs turlarına katılan ya da otomobilleri ile otobanda birbirlerine hiç bakmadan dümdüz giden insanların anlaması biraz zordur tabi.






 







 



2012 yılında tanıştığım ve yıllar içinde beraber yol yaparak kardeşlik mertebesine eriştiğim Alanyalı dostlarımı ziyarete gitmek hasıl oldu yine. Bu sefer farklı bir ziyaret; Orhan ağabeyin bir kızı oldu ve onu kutlamak için düştük Alanya yollarına. Benim motosikletim küçük hacimli olduğu için biraz daha erken yola çıkıp vakit kazanmak istedim. Arkadaşlarım nasıl olsa otoban bitişinde beni yakalarlar ve Silifke-Anamur-Alanya virajlarını beraber yaparız diye planladık. Öyle de oldu. Gün doğumunda Sezen Aksu dinleyerek Mersin otobanını bitirdim, gün doğumunda sürmek ve Sezen dinlemek çok ayrı bir keyifti. Taşucu’nda bizimkiler beni yakaladılar. Ve eğlence başladı. Ekip sağlamdı, yola düşebileceğiniz en çılgın iki isim, çılgın bir motorla bana eşlik ediyorlardı.














Alanya’ya keyifli bir sürüşün ardından sağ salim vardık. Öncelikle Ali’nin eskiyen lastiklerini değiştirdik. Sağolsun Cenk Kara bize bu konuda yardımcı oldu. Derken Cenk’in abisi ve benim özden öte emmioğlum Fatih Kara geldi servise. Hem de yeni göz bebeği Jawa’sı ile. Eski göz ağrısı Honda Wave de servisin önündeydi, ilginç bir buluşma oldu.






















Lastikler takıldıktan ve sohbetler edildikten sonra Orhan ağabeyin yanına geçtik. Her defasında bizi mahçup eden bir sevgiyle karşılandık. Hava çok sıcaktı ve Sertaç oruçtu. Serinlemek adına Dim Çayına gidip akşamı edelim dedik. Orada da Alanya çetesinin mihmandarı Ersin Özen ağabeymiz bizi yakaladı. E tabi onun çöplüğündeyiz, istihbaratı almış hemen. Keyifli sohbetlerin ardından akşamı ettik. Orhan ağabeyle buluşup akşam yemeğimizi yedik ve nihayet yiğenimiz Elif’i görebildik. Orhan abinin balkonunda her zamanki geyiğimizi yaptık. Hatta ben Rusça sözlük fotoğrafını tekrar çektirdim, klasikleşen fotoğrafı nice seneler yineleriz inşallah... Güzel bir akşamın ardından dinlenmek üzere Fatih ağabeylere yerleştik. Yarın sabah güzel bir macera bizi bekliyordu. Orhan abi işlerinden dolayı bize katılamadı, onunla da seneye inşallah Toroslarda bir rota yaparız belki, kim bilir...
















Ertesi sabah erkenden uyandık. Tabi Sertaç hariç. Onun bir gezide erkenden uyandığını gören duyan yok sanırım. Haliyle biraz geç kaldık, öğlen sıcağına yakalandık. Yakıtlarımızı tamamlayıp, Alanya çetesi ve biz Hataylı üç deli yönümüzü dağlara çevirdik. Rotamız; Gündoğmuş yaylaları, oradan Uçansu Şelalesi, ardından en yukarı Eğrigöl Yaylasına geçmek. Konaklamayı ise Bozkır’da Aygır Gediği denilen mevkide gerçekleştirip, ardından evlerimize dönmekti planımız.






















İlk durağımız Uçansu Şelalesine bir solukta çıktık. Yol üstü güzel fotoğraflar çektik. Zafer Amcam yine bana Marlboro Man pozu verdi. Hey gidi, 2012’de Abanoz Kampından söz açıldı, anıları yad ettik.











Şelalenin serinliği ile bir şeyler atıştırdık. Ali ve Sertaç katıklı ekmek getirmişler. Sertaç bu arada içimizdeki tek oruçlu. Kendisine yolculukta tutma, seferisin diye vaiz versek de, bizim hocalığımıza güvenmedi, tuttu. Hem oruç tutup hem bu rotayı yapmak her yiğidin harcı değildir. Bravo kendisine.









Fatih abi bize çay demledi yeni kara demliğiyle. Ayrıca bana da bir demlik hediye etti, ufağından. Benim büyük demlikle güzel bir takım oldu. Yazının başında dediğim gibi, ufak şeylerle mutlu olabilen insanlarız. Ufak tatlı bir kara demlik beni dünyalar kadar mutlu edebiliyor. İki bardak çay, dostunla yaptığın sohbet, izlediğin manzara… Huzur üçlemesi… Az insan, az eşya; Kafka’ya selam olsun.











Uçansu Şelalesindeki molamızın ardından dinlenmiş olarak çıkıyoruz yine yola. Bu sefer yollar daha da dikleşiyor, hedefimiz zirveler. Bir iki ufak köyden geçip, güzel vadilerin içinden yol aldıktan sonra bir yol ayrımına geliyoruz. Karar vermek durumundayız. Normalde Eğrigöl’e Gündoğmuş üzerinden gidiliyormuş. Ama Ersin abi sanırım daha kestirme diyerek toprak yola sapıyor. Ben bilerek saptığı kanaatindeyim, Zafer amcaya suikast niyetinde olabilir. Ama yol ciddi anlamda zor, toprak gevşek, taşlık, bazen çamur ve normal bir çamur değil, çok kaygan. Sertaç zor yolu seçtik diye halay çekiyor bir ara. Bu yola girdikten sonra işin rengi değişiyor. 7 motordan sadece 3’ü yol dışı mücadeleye uygun. Bizim motorlar asfalt için tasarlanmış. Ama olsun enduro ruhumuzda var. O zaman keyfini çıkaralım, bırakalım da motorlarımız doya doya çamur olsun.




















Zikzaklar çizerek tepelere tırmanıyor, yavaş yavaş o eşsiz coğrafya, köyler ayaklarımızın altında kalıyor. Tabi öğlen vakti, motorlarımız da ısınıyor. Benim ve Ali’nin motoru sürekli fan açıyor, ısı uyarısı veriyor. Ara sıra durup soğutmaya çalışıyoruz. Ama bizim amcalar maşallah, kaptırıp gidiyorlar. 





















Tepeleri aştıktan sonra, irili ufaklı yaylalara, hayvan ağıllarına ulaşıyoruz. Bu noktaya gelene kadar hakim olan sarı-turuncu renkler bir anda kendini yeşile teslim ediyor. Evet Mongol çayırlarında gibiyiz, her yer yeşil. Ve bu yeşil çayırların içinden menderesler yaparak akan dereler. Koyunlar, keçiler… Çobanlar el sallıyor, çoban köpekleri meraklı bakışlar içinde.









”Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar.” (Tatanga Mani)

Evet, yaşlı Kızılderili bilgenin dediği gibi; şehre geri dönmek istemeyeceğim kadar güzel yerlerdeyim. Keşke buralarda doğsam, bir çoban olsam, yaylasam gitsem gün boyu... Şuan bu yazıyı yazdığım klavyenin varlığından bile haberim olmasa. Diyerek iç geçiriyorum.













Hayran hayran etrafı izleyerek öndeki arkadaşlarıma yetişiyorum. Biraz ilerledikten sonra dayanamayıp çayırlık alana dalıyorum. Arkadaşlar her ne kadar dur yapma diyerek arkamdan bağırsalar da tutamadım kendimi. Dolandım durdum yem yeşil çayırda. Benim Puslar da çok eğlenmiştir eminim, o da asfalttan sıkıldı 2 yıldır. Benden cesaret alan Hataylı deliler de dalıyor çayıra. Ama Fatih abi biz delilere fazla uyunca batıyor bir çamurlukta. Çok gülüyoruz haline. Adamın bahtı Kara, ne yapsın.











 Ekip yine gidiyor, ben arkadan etrafı izleyerek ve fotoğraf çekerek ilerliyorum. Biraz ileride, Eğrigöl’e az kala, bir çoban el sallıyor. Hemen duruyorum tabi. Sohbet etmeden gidersem ayıp olur, halini hatırını soruyorum. El işaretleri ile konuşma engelli olduğunu ve zor duyduğunu anlatıyor. Ya da ben öyle anlıyorum. Eyvallah o zaman gönül diliyle anlaşırız deyip, 15 dakika kadar sohbet ediyoruz. 2100 metre rakımda, dağların içinde bir çayır alanda gönlü güzel bu çoban ağabey ile ettiğim sohbeti hayatım boyunca unutamayacağım. Beni o kadar sıcak karşıladı ki. İşaret diliyle de olsa bana yolları tarif etti, dağları tarif etti. Arkadaşlarımı bekletemem gitmem lazım dedim. Boş ver onları, yanımdan geçtiler bana bakmadılar gibi bir şeyler anlattı el hareketleriyle. Yok dedim onlar yola bakıyorlardı, yerler çamurlu dedim, gönlünü aldım. Fotoğrafını çekip kendisine gösterdim, çok sevindi. İki tane kocaman köpeği vardı, birini sevdim birazcık, güldü. Korktuğumu anladı, işaretlerle korkma dedi, bana tepeleri gösterdi, onlar oraları gözler, sana bir şey yapmaz gibisinden bir şeyler anlattı. Sanırım kurtları anlatmaya çalıştı tepeleri göstererek. Eminim bu ıssız dağlarda “akıp giden zamanın” dışında kendisine eşlik eden yoktu. Yalnız bir çoban ve ıssız bir dağ. Kim bilir anlatacak ne çok hikayesi vardı, oturup onunla akşamı edebilirdim. Ama, arkadaşları bekletmemek için izin istedim ve vedalaştım. İkimiz de gülümseyerek ayrıldık, 15 dakikalığına da olsa, iyi bir insanla karşılaşmanın mutluluğu, uzun bir süre gıda olacaktır ruhumuza.












Ve nihayet Eğrigöl’e varıyoruz. Gün boyu zor yollardan gelip yorgunluğumuzu atacağımız Torosların zirvesindeki yaylaya ulaştık. Lakin pek vakit geçiremedik, hem geç kalmıştık, hem de başka bir yerde kamp yapmayı planlamışlardı, o yüzden biraz soluklanıp devam ettik.



  









Yine tepelerin arasından dağı aşıp, aşağıya Dedemli kasabasına ineceğiz. Oradan da Bozkır’a geçip, kamp alanımız Aygır Mesire alanına yerleşeceğiz.











O kadar sürünün içinden geçtim, çobanlara selam verdim, fotoğraf çektim, tek bir çoban köpeği bile bana saldırmadı. Hayvanlar bile dingin bir huzur içinde burada, kimse kimseye karışmıyor, olaylar yavaş gelişiyor, zaman yavaş geçiyor. Belki de huzuru bozan tek şey bizim motosikletlerimizden çıkan sesler…












Gerişbeli Geçidinde kar tünelinden geçiyoruz. Çok çamurlu ve zor bir geçiş oluyor. Ben dahil herkes bir kaç kez düşme tehlikesi atlatıyoruz ama bunu eğlenceye çevirdiğimizden sıkıntı olmuyor. Çamur varsa eğlence de vardır :)















Dedemliye varmadan vadinin içinde harika bir lavanta tarlası görüyorum uzaktan. Yaklaşınca çiçeklerin arasında bir fotoğrafçı olduğunu fark edip, merhaba demek için duruyorum. O fotoğrafçı sosyal medyadan tanıdığım Ramazan Bilgili imiş, sürpriz oluyor bana. Biraz sohbet edip devam ediyoruz. Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşurmuş gerçekten de. Neyse, Fatih ağabeyle öndekilere yetişiyoruz ve Bozkır’a alışverişe geçiyoruz. İftar vakti hiç ekmek kalmamış, geçtiğimiz sene bizi Bozkırda ağırlayan PTT çalışanı dostum Ümit Bekir Arı sağ olsun bize evden yufka ekmek getiriyor. Onunla da hasret giderip, kamp alanına gidiyoruz. Ama yanlış verilen konumdan dolayı, akşam karanlığında ben, Ali ve Fatih abi çok sağlam bir enduro yapıyoruz ıssız ormanda. Nasıl düşmedim o kadar yorgunluk ve karanlığa rağmen ben de bilmiyorum. Sanırım artık öğreniyorum yavaş yavaş motora binmeyi.

















Kamp alanında bizi bir sürpriz karşılıyor. Erkan İbiş. Çok güzel bir sürpriz yapmış. Gündüzden katılamayınca motoruyla, akşam vakti arabasıyla kampa yetişmiş. Çok mutlu ediyor bizi. Tevekkeli değil; Ersin abi gün boyu bana hadi hadi çok oyalanma demesi… “Erkan abin” deyip duruyordu, demek ki biliyormuş, ondan bana oyalanma diyormuş.

















Ersin abi, Zafer amca ve Erkan abi varsa muhabbet elbette keyifli olur. Biz gençler amcaların atışmalarını dinliyor, bu arada oruç olan Sertaç’a en hızlısından bir şeyler hazırlıyorduk. Ben Tavalı Fuat ağabeyime nazire yaparcasına bir tava operasyonuna giriştim. Tavuk sote yaptım ve bizimkiler parmaklarını yedi. Sertaç’ın ilk lokmayı aldığındaki ifadesinden anlayabilirsiniz. Doktor Bülent abi de mangalda bir şeyler hazırladı ve günün yorgunluğunu attık. Gece uzundu ve çaylar demliydi.















Sabah uyandığımızda gece boyu dibimizde akan ama karanlıkta yeterince göremediğimiz derenin ihtişamıyla büyüleniyoruz. Çadırdan çıkıp, iki adım sonra derenin buz gibi suyuyla yüzünü yıkamak ve tertemiz havayı ciğerlerine çekmek gibisi yok.


















Etrafı keşif için dolaşıyorum biraz, motosikletlerimizi kontrol ediyorum, dünkü yol dışı maceradan sonra bir sorun var mı diye. Zinciri temizleyip yağlıyorum, çamur ve toprak içinde kalmış. Derenin doğduğu kaynağa doğru çıkıp, manzarayı izliyorum biraz. Çiçekleri fotoğraflayıp kamp alanına geri dönüyorum. Kahvaltı eşliğinde sohbete başlıyoruz. Biraz sonra Zafer amcanın gece başına geleni dinlerken herkes kahkahaya boğuluyor. Sertaç’ın motoru için bir miktar benzin çekmiştik diğer motordan. O benzin de bir köşede duruyordu. Zafer amca onu su şişesi sanmış, gece yatarken de yanına almış, çadırın içinde sigara içerken küllük yaparım diye. Tabi kullanmamış, uyumuş. Sonra sabah uyandığında bir bakmış ki içinde benzin var. Yani gece yandım anam diyerek kendini dereye atabilirdi Allah korusun. Çok güldük tabi. Ben yine Ersin abiden şüpheleniyorum, dağda bitiremedi işini, kampta bir suikast denemesinde bulundu.

















Neyse, gır gır şamatanın ardından yola koyuluyoruz. Hadim Yerköprü Şelalesini de görüp öyle dağılacağız evlere. Ama yine çok geç kaldık, öğleden sonra oldu, benim anneme sözüm var Pazar akşam geleceğim demiştim. Sertaç’a da sözüm var, onunla gezerek dönecektik. Ama annem daha ağır bastı tabi, “bu kadar geç uyanmasaydı Sertaç da” diyerek kendime bir bahane uyduruyorum ve arkadaşlardan da izin alarak evime, yani Hatay’a hızlıca dönmeye karar veriyorum.
















Hadimden Karaman’a harika virajlı bir yoldan geçtim. Tadı damağımda kaldı, çok hoş bir ara yoldu. Daha sonra zaten otobana çıkıp Arsuz’a kadar benzin molası haricinde pek oyalanmadan son hız geldim. Sanırım toplamda 1500km kadar yaptım bu haftasonu. Zorlu yollarda sürdük, motosikletlerimiz uygun olmasa da devam ettik. Çok şükür kazasız belasız bitirdik parkuru. Sadece Fatih abinin motoru, Geriş Belinde karlı çamurlu yolda, ayaklıktayken kayıp devrildi, o kadar. Cana gelmesin de…















Kesinlikle keşfedilmesi gereken bir coğrafya idi. Bu dağların rengine doyamadım. Gökyüzünün mavisine, toprağın sarısına, kızılına, çamurun turuncusuna, koyunların alacalı postuna, keçilerin kara sakalına, çimenlerin uçsuz yeşiline, lavantaların eflatununa, dağ sümbüllerinin moruna, sarp zirvelerin grisine, kar beyazına, mendereslerin lacivertine, çobanlarının samimiyetine, tertemiz havasına, buz gibi sularına; çayırlarının kokusuna… Ben bu dağların tüm renklerine hayran kaldım.

Ve bir macera da böylece sona erdi. Yol arkadaşlarıma teşekkür ediyorum; “yarın” ne olacaksa olsun, “bugünü” birlikte yaşadık diyorum.

Özünüze iyi bakın.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder